Business&Luxury Magazine

Prof. Dr. Özlem Esen

KARA DELİKLER, YENİ AKIM DİYETLER VE MİKROBİYOTA ÜZERİNE

Geçtiğimiz ay yüzyılın en büyük bilimsel gelişmesi gerçekleşti. Bir grup bilim insanı milyonlarca yıl ötede bir galakside yer alan kara deliğin fotoğrafını çekti. Baş döndürücü hızla ilerleyen bilimsel gelişmelere rağmen günümüzde hâlâ hangi beslenme şekli daha iyi veya hangi “süper” gıdayı tüketirsek hastalıklara karşı korunmuş oluruz gibi basit soruları yanıtlamakta zorluk çekiyoruz.

Beslenme ve hastalık ilişkisi konusunda gerek bilimsel zeminde gerekse sosyal medyada birbiriyle çelişen bilgiler bulunmakta. Buna ek olarak sosyal yaşamda değişen alışkanlıklar besin seçenekleri kafaları biraz daha karıştırmakta. Hastalarımla görüşmelerim sırasında en çok merak edilen konunun bu olduğunu görmekteyim ve biz hekimlere de doğru bilgiyi aktarmakla ilgili büyük sorumluluk düşmekte. Örneğin; sosyal akım olarak ele aldığımız “aşı karşıtlığının” sağlık faturası çok ağır şekilde yeniden baş gösteren kızamık salgınları olarak karşımıza çıktı bu yıl. Başka bir örneği ise kolesterol düşürücü ilaçların “zararlı” olduğu ile ilgili yanlış bilgilendirmeler sonucu ülkemizde bu ilaçları bırakan insan sayısında artış ve tekrarlayan kalp krizleri görülmekte.

Peki, aşırı kilo alımını önleyecek şeker ve yüksek tansiyon gibi kalp damar hastalığının temelini oluşturan hastalıklardan korunmak için nelere dikkat etmeliyiz? Size bu konudaki en son bilimsel gelişmeleri aktarmaya çalışacağım. En önemli konu sabah kahvaltısı yapılması. Harvard’lı bir grup bilim insanı sabah kahvaltısını doyurucu olarak yapanların daha az kalp krizi geçirdiğini saptamış. İkinci konu ise biyolojik saatimize uygun olarak akşam yemeğini 19:00 öncesi tamamlamak ve sonrasında meyve kuruyemiş gibi atıştırmalardan uzak durmak. Tabii öğünlerde ne kadar gıda tüketileceği her kişiye özel belirlenmeli yani yaptığınız spor aktivitesi gibi durumlara göre değişebilir. Bu tarz beslenmeye şimdilerde “intermitan fasting”, yani aralıklı oruç gibi isimler verilmekte.  Aslında bu tarz beslenme hiç de yeni sayılmaz endüstrileşmeden önce kasaba ve köylerde yaşam aynı bu şekildeydi. Yani fiziksel aktivitenin olduğu anlarda beslenmek!

Gündemdeki ikinci yenilik ise bağırsaklarımızda yaşayan bakterilerin toplamı olarak adlandıracağımız “mikrobiyota”. Kişilerin beslenmeye olan yanıtları ve kilo dağılımını farklı kılan özelliğin, mikrobiyotadaki çeşitlilik olduğu anlaşıldı. Örneğin; obez çocuklarda yapılan bir çalışmada B. fragilis ve Lactobacillus grubu bakterilerin zayıf olanlara göre obezlerde daha yoğun olduğu görüldü. Bifidobacterium türleri ise zayıf olan grupta yüksek konsantrasyon da mevcuttu. Ayrıca bu bağırsak mikrobiyotası bazı gıdaların sindirimindeki farklılık nedeniyle yüksek tansiyon ve kalp damar hastalığı oluşumundan da sorumlu tutulmakta. Fosfotidilkolin, L-arginine gibi hayvansal gıdalarda bulunan maddelerin bağırsak bakterileri tarafından trimetilamine oksit (TMAO) dediğimiz bir maddeye dönüşmesi, damar sertliği sürecini başlatabiliyor. Bu da bağırsak bakteri çeşitliliğinin korunması ile önlenebilir bir süreç gibi görünmekte. Peki, bağırsak mikrobiyotasını nasıl koruyacağız? Uzun süreli antibiyotik kullanımı, liften fakir beslenme bu süreci olumsuz etkilemekte. Buna örnek bir çalışmada kalp krizi sonrası uzun antibiyotik kullananlarda tekrarlayan kriz ve ölüm oranları daha yüksek bulunmuş. Diyetle alınan lif oranını artırmayı prebiyotik olarak adlandırabiliriz. Sıkça karıştırılan probiyotikler ise bir grup “faydalı bakteri”nin bol miktarda bulunduğu gıda veya destek ürünleri. Maalesef henüz bu destek ürünlerin kişiselleştirilmiş olanı bulunmamakta, ancak doğal probiyotik içeren gıdaların tüketimi artırılabilir. Bu gıdaların başında bize hiç de yabancı olmayan ev yoğurdu, elma sirkesi, kefir ve ev turşusu gelmekte. Biraz daha yabancı olanlar ise sauerkraut” denilen lahana turşusu, fermente çay olan kombuça içeceği. Tabii halihazırda bazı soruların yanıtı pek net değil. Kim ne kadar ne süre ile tüketmeli ve bağırsak mikrobiyota değişimini nasıl takip edelim? Yeni çalışmalar ışığında pek yakında bu soruların yanıtlarını alacağımızı tahmin ediyorum. Hatta Cleveland Clinic’te geliştirilen mikrobiyotayı hedef alan damar sertliğine yönelik ilk biyolojik ilacı gelecek yıllarda deneme şansımız olacak. Kim bilir belki de içimizdeki evren tahminimizden daha yakındadır.

KARDİYOLOJİ UZMANI PROF. DR. ÖZLEM ESEN

 

0 Yorum

Cevapla